Öğle Vakti a 13:09
Zonguldak HAFİF YAĞMUR 13°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Okan Onur

Okan Onur

10 Mayıs 2020 Pazar

BİR GÜN DEĞİL!

BİR GÜN DEĞİL!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu; ”Bu telaşın niye?” diye. Ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “Bu gün evde işim çok, sen git, gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de.” İçinde sıkıntı artmaya başlamıştı; “Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Yaramaz dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

    Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “Gelmeyecek, telefon bari etse” diye düşündü istemeye istemeye. “Sesini bari duymuş olurum” Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı, ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

  Açtı telefonu;

– Alo…

– Alo, nasılsın anneciğim?

– Sağol yavrum, sen nasılsın?

– İyiyim anneciğim.

– Ne yapıyorsun, işler nasıl?

– Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

– Öyle mi yavrucuğum. Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmeyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;

– İzin aldın mı yavrum?

– Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

– Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

– Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

– Sen sen. Bunun için izin almadın mı?

– Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum. Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

– Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

– Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

– Ben… şey… Tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

     Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

– Dışardaydı yavrum. Hah. Kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

– Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzelinin kapısındayım.

– Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

  “Başkası” için yaşamaktır , Annelik. Üstelik kim olduğunu, kim olacağını bilmeden. Kapalı bir mücevher kutusu için yorulmak, direnmek, kendini yaşamaktan fedakarlık yapmaktır, Annelik. Yaşatmaya çalışmaktır, Annelik. Bu bir, “misafir” ağırlama sanatıdır.

Bizi dünyaya getiren, yaşamı boyunca da bizi hep seven, bizim içi her şeye katlanan, her zaman yanımızda olan, bir yerimiz acıyınca hemen koşan kişi annemizdir. Anne sevgisi hiçbir şeye değişilmeyen karşılıksız sevginin adıdır. Bana göre “anne” mutluluğun eş anlamlısıdır. Ben annemi çok seviyorum, ben annemi nasıl sevmem ki! ANNELER değil midir yavrusuyla gülen hastalandığında bütün gece başında bekleyen. Annemiz her zaman yanımızda aslında; kalbimizin içinde, okuduğumuz kitabın sayfalarında, annemiz vardır.

     Baktığımız her yerde. Bazen sormuyor değilim kendime, annem olmasa ne yapardım? Hayat ne olur? Gülümsemek ne demek bilir miyim? 0 zaman benim için “acı” olur hayatın diğer adı. Bu koşulsuz sevgi zaman zaman bazı evlatlar tarafından fark edilmiyor. Hayatta bazı çirkin görüntülere şahit oluyorum annesini azarlayanlar, annesine bağıranlar ve annesine el kaldıranlar. inanmak istemiyorum bu gördüklerime. Ben nemi bu kadar çok severken, onu üzdüğümde nefes bile alamazken, onların yaptıklarına bakın. 0 kişiler annelerinin değerini anladıklarında her şey için çok geç olabilir. Peygamberimizin de dediği gibi “cennet anaların ayağı altındadır.” İşte bu söz anlatıyor nemizin kıymetini ve annemizin güzel elini öpülmesi gerektiğini önemli olan 365 gün içinde sadece bir gün annemizi hatırlamak değil önemli olan annemiz hayattayken değerinin bilmek, onları çok sevdiğimizi göstermektir.

  Anneler gününüz bir ömür kutlu olsun.

Devamını Oku

BOL SIFIRLI KÜSURAT

BOL SIFIRLI KÜSURAT
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir tarafta mutluluğun, umudun tanımını dahi bilmeyen kaderci cehalet, diğer yanda sahip oldukları her şeyi bu cehalete borçlu olan pazarlamacılar, tacirler; bir tarafta pembe hapları yutup, hayata tozpembe bakanlar, diğer yanda mutluluğu Uzakdoğu mutfağında arayanlar. Bir taraf huzuru farzlarda buluyor, bir taraf ise beşeri hazlarda. Bir taraf dogmatik mutlu, bir taraf doğuştan mutsuz. Bir taraf ne aradığını bilmiyor, bir taraf aramıyor bile. Ancak hepsinin de aradığı hep daha fazlası; kişisel menfaat! O yüzden, insan ister dinci olsun, ister Budist; ister fakir olsun, ister hakir; ister CEO olsun, ister NEO fark etmez, hep daha fazlasını, çıkarına olanı, müşkülpesent bir bencillikle ister. Bu dünyayı da, öbürünü de paylaşamamalarının sebebi hep bu düşkünlüktür. Bu sebepten fötr şapka takanla, takke giyen arasında; kara çarşaf kuşananla, kırmızı jartiyer giyen arasında beklentiler açısından hiçbir farklılık yoktur. Farklılık bunu sadece gösterme biçimindedir. Şekildedir. Eşyanın şekli değişse de, tabiatı aynıdır. Zira hayatımız şekilcilikten ibarettir. Çevrilen makaraların, gönderilen Bakaraların arkasındaki zihniyet aynıdır. Biri din-dinayet uğruna, öteki para-kariyer uğruna her şeyi kendince mübah görür. İnsanın olduğu yerde yalan ve aldatmaca vardır. Bazen alışılmışın dışında bir kılıf gerekir; şöyle ambalajı güzel bir kılıf: Pollyannacılık gibi. Umut ve mutluluk kılıfı gibi. Bu kılıfların pazarı çok büyüktür ve pazarlamacıları kılıktan kılığa girmesini iyi bilirler. Menfaatleri ne yana dönmeyi gerektiriyorsa oraya anında dönerler. Ve her daim suratlarında o müstehzi gülümseme, mutluluk pozları eksik olmaz.

“Ah be dünya! Sen dönüyorsun, onu anladık da, bu insanlar senden daha hızlı dönüyorlar. Hem de ortada hiçbir yörünge yokken…” (Can Yücel)

Pollyanna Sendromunun yanı sıra bir de ‘Cassandra Sendromu’ vardır. Cassandra Sendromu, Pollyanna Sendromunun tam zıttı kabul edilir.Cassandra Sendromu mitolojideki rahibe olmak isteyen genç ve güzel bir kız ile Tanrı Apollon arasında geçen bir hikâyeye dayanır.Literatürde geleceğe dair başkalarını uyarmasına ve doğruları söylemesine rağmen kimseyi kendine inandıramama durumuna Cassandra Sendromu adı verilmiştir.Cassandra’lar aslında Pollyanna’ların da iyiliği için olanları ortaya koyup, olabilecekleri göstermeye çabalıyor sürekli. Ama gerçekleri Pollyanna’ların gözüne soksalar da, Pollyanna o pembe gözlükler yüzünden gerçekleri göremiyor bir türlü. Cassandra’larsırf kendileri için istemiyorlar daha iyi bir dünyada yaşamayı. Dünya daha iyi olsun, hepimiz daha iyi yaşayalım derdindeler.Dünyayı daha iyi, daha pembe görmek değil de dünyayı daha iyi, daha yaşanası kılmak için çaba sarfetsek daha iyi olmaz mı?

Her insan, bilgi ve emekten bağımsız olarak, hayata beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıdır. Bu toplamın sonucu çıkarlarına eşittir. Hesap bellidir. Mutluluğu çıkarlarında, umudu gaipte arar. Ancak asla gerçek mutluluğu tadamaz. Çünkü ona göre mutluluk; var olan her şey için duyulan şükür, zorluklarda sabır ve her nefes için sevinç duymaktır.Bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildir.Büyük bilim insanı Einstein’a göre mutluluk; gerçeklik – beklenti’dir. Gerçekler son derece acıdır ve beklentiler kişiseldir. Mutluluk gerçekte bir kurgudur ve bir vaat olarak insana sunulan bu kurgunun, insanı gerçekte mutlu etmediği de bir gerçektir. Çünkü insanlar, kendilerini neyin mutlu edeceğine karar verme konusunda özgür değillerdir.Hayatımızı kontrol eden olgular ve hayatın içinde bize doğru bildiğimiz ancak yanlış olan mutluluk tanımlamaları bizi mutlu etmekten çok, mutluluğun ortaya çıkmasını engelliyor.

Mutluluk, sevgi ve şefkat ilişkileri içinde yaşanan bir duygu. Daha çok para sahibi olmak, daha iyi bir hayat yaşamak mutlu olmak anlamına gelmiyor.Paranın mutluluk getirmeyeceği düşüncesi, “Easterlin Paradoksu” olarak bilinir. Easterlin, gelirle mutluluğun hiçbir ilişkisinin olmadığını saptadı. 1970’lerin başında Amerika, Japonya ve İngiltere’de yaptığı araştırmalara göre, ailelerin geliri artınca mutluluk seviyeleri artmıyordu. Son yıllarda Amerika’da Gallup tarafından yapılan araştırmalar da bu olguyu kanıtladı. Esas olan “geçinecek kadar bir gelire” sahip olmaktı, bunun üzerine çıkılınca mutluluk artmıyordu.

Sonuçta hepimiz de, gerçek mutlu ve muktedir olan çok küçük bir azınlığın, büyük hesapları içinde ihmal edilen, noktadan sonraki bol sıfırlı küsuratlarız. Kusurlarımız ise kabahatlerimizden büyük. Bu bakımdan, insanlığın bugün yaşadığı olsa olsa ‘Stockholm Sendromu’dur. Bir insanın kendisini zora sokan, üzen koşulları kabullenmesi, benimsemesi hatta savunması, sıkıntıya sokan koşulları oluşturan nedenleri görmemesi, ezilmesine rağmen ezenin yanında yer alması olarak da tanımlanabilen Stockholm Sendromu; rehinelerin, kendilerini esir alanların duygularını anlama durumuna gelmeleri ve daha sonrasında suçlulara yardımcı olmaya çalışmaları ve sonunda özdeşim kurmaları halidir. Bizim toplumuz da, diğerleri gibi cellatlarına aşık bir toplumdur.

Devamını Oku

İSTATİSTİKLER YALAN SÖYLEMEZ

İSTATİSTİKLER YALAN SÖYLEMEZ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

TÜİK 2018 verilerine göre; Türkiye’de 2018 yılında 55 bin kitap basılmış. Bu rakam size büyük gelmesin zira dünya sıralamasında sonlardayız. Raporlar, kitap okumaya günde sadece 1 dakika ayırdığımızı gösteriyor. Ancak internete ise günde en az 3 saat, televizyona da 6 saat ayırıyoruz. Hele telefonda günde ortalama 7,5 saat konuşuyoruz.

‘Senede 1 kitap’ alıp, onu da ‘günde sadece 1 dakika’ okuyan bir toplumuz. Ses Sanatçısı Semiha YANKI’nın 1975 yılında ülkemizi temsilen katıldığı Eurovision Şarkı Yarışması’nda söylediği şarkının ismidir, ‘Seninle 1 Dakika’. Şarkının devamında, “Seninle bir dakika, umutlandırıyor beni…” der. Ancak gerçekler aklı, zekası olanı hiç umutlandırmıyor. Zira yarışmanın oylamasının sonunda Türkiye, 19 ülkenin katıldığı finalde en az puanı alarak son sırada kalmıştı. Türkiye, istatistiklerinde hep sonlarında yer alıyor.

Dünyada en fazla kitap okuyan ülkelerin başında %21 ile Fransa ve İngiltere geliyor. Türkiye ise, binde bir(%0,1) kitap okuma oranıyla 86. sırada yer alıyor. DESAM’ın 2018’de yayınladığı, ‘Türk Halkının Kitapla İmtihanı’ adlı araştırma raporuna göre; Türkiye’de kitap okuyanların %45’i aşk(Hikâye, Roman), %43’ü din(Namaz Hocası, Dua Kitapları vs.), %12’si masal, fıkra, kişisel gelişim ve siyaset gibi ortaya karışık kitapları alıp okuyor. Yani her bin kişiden birinin aldığı kitapların türü de böyle müstesna eserlerden müteşekkil. Yani bir başka ifadeyle, Türkiye’de kitap okuyan çok küçük azınlığın %88’i aşk ve din kitapları okuyor.(Nedense her ikisini de doğru düzgün anlayıp yaşayamadığından olsa gerek.) Türk insanı kitaba yılda 5,5 TL ayırıyor. Rapora göre; ayda cep telefonu ve iletişim masraflarına ise Türk Halkı ortalama 173 TL harcıyor. Türkiye’de insanlar bırakın kitabı, gazete bile okumuyorlar. Zira Türkiye’deki gazete ve dergilerin tirajı son 5 yılda %40 azalmış durumda.Daha da kötüsü, çocuklara kitap hediye edilmesinde dünyada 140. sıradayız. Türkiye’nin ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. sırada yer alıyor. Kitapla, okumayla hiç alakamızın olmadığı apaçık ortada.

Türkiye’de restoran ve hazır yemeğe harcanan hane bütçesi %6. Alkol ve sigaraya harcanan ise %4. Satın alma gücüne göre, Türkiye, en pahalı içki sıralamasında Avrupa 2.si. Bunların yanında, Türkiye’de eğitime harcanan hane bütçesi %2’dir. Eğitime, alkol ve sigara kadar bile önem vermeyen bir toplumuz.

65 OECD ülkesi arasında, eğitim kalitesi yönünden Türkiye; matematikte 44. sırada, okuduğunu anlama ve anlatmada 42. sırada, fen bilgisinde 43. sırada. OECD ülkeleri arasında, devletin eğitim kurumlarına öğrenci başına en az harcama yaptığı ülke Türkiye. Öte yandan, TÜİK’in güncel verileri, gençlerin %58,3’ünün almış olduğu eğitimden memnun olmadığını ortaya çıkarıyor.

“Psychological Science dergisinde yayımlanan araştırma, nezaket ve fedakârlık ne kadar yüceltilirse yüceltilsin, insanoğlunun en çok kendi çıkarlarının peşinden giderken mutlu olduğunu gösterdi.”

İşsizliğin had safhada olduğu, bir iş sahibi olanların da haftada 50 saatten fazla çalıştığı ülkemizde bir de ekonomik durumuna bakalım.

1985 yılında Kore, dünya ekonomisinin %0,9’unu oluştururken, Türkiye ise aynı tarihlerde %1’ini oluşturuyordu. 2012 yılına gelindiğinde, Kore dünya ekonomisini %1,9’una ulaşırken, Türkiye ise %1,35’ine çıkabildi. Başta PwC öngörüleri olmak üzere; Dünya Bankası, IMF, Goldman Sachs gibi uluslararası finans kuruluşlarının hiçbiri de, Türkiye’yi 2050 yılında dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında göstermiyor.

1990 yılında Çin 4,3 milyar dolar, Kore 10,9 milyar dolar, Türkiye ise 0,1 milyar dolar ‘Yüksek Teknolojili Ürün’ ihracı yapmaktaydı. 2012 yılı itibariyle; Çin 457 milyar dolar, Kore 122 milyar dolar, Türkiye ise 1,9 milyar dolar ‘Yüksek Teknolojili Ürün’ ihracatı yapmaktaydı.

Yapılan bir diğer araştırmaya göre, 2050 yılında sadece yüksek teknolojili ürün üretebilen ülkeler ayakta kalabilecektir. Türkiye, bu klasmanda da ne yazık ki sondan 2. sıradadır. Yani kuvvetle muhtemeldir ki, 2050 yılında da, şu an olduğu gibi her alanda dışa bağımlı, ekonomisi borç harç içinde, çökmüş bir ülke olmaya devam edeceğiz. Ülkeyi yönetenler işkembeden atmaya, yönetilenler de atılanları işkembeden sindirmeye bakalım daha ne kadar devam edecekler.

Mesela; çimentonun kilosu yaklaşık 14 kuruş, bilgisayarınki de yaklaşık 860 lira. 5.6 ton buğday satıp, 1 kilo uçak yedek parçası zor satın alabiliyoruz. 3.4 ton domates satıp, 7 kilo domates tohumu alabiliyoruz. Yani tarımı hiç ettikleri ülkemizde, ülkenin tüm yüzölçümünü tarıma açsak dahi üretilecek olan tohumun maliyetini karşılamıyor. Enerjiyi çıkardığımız takdirde, dış ticaret açığımızın %98’i ileri teknolojik ürünlerden kaynaklanıyor. Her yıl 432 ton demir satıp, sadece 1 ton ilaç alabiliyoruz. 582 tır un satıp, sadece 1 tır ilaç alabiliyoruz. 2088 tır krom cevheri satıp, sadece 1 tır aşı alabiliyoruz. 25 tır mermer satıp, sadece 1 adet tomografi cihazı alabiliyoruz. 2612 tır çimento satıp, sadece 1 tır bilgisayar alabiliyoruz. Tonla yeraltı ve yerüstü kaynağımızı satıp, karşılığında bir avuç işlenmiş ürün alıyoruz. Yani bir taraftan kaynaklarımızı oluk oluk tüketirken, diğer yandan kaşıkla alıyoruz. Üstüne üstlük tonla borçlanıyoruz. Çok yazık!

Devamını Oku

İYİ İNSANLAR NEDEN FAZLA YAŞAMAZ

İYİ İNSANLAR NEDEN FAZLA YAŞAMAZ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Hayatta iyi insanları fark etmek zor değildir. Kendilerini sevdirmek için fazla çaba sarf etmelerine de gerek yoktur. Hayatları boyunca güler yüzlü, samimi, içten, düşünceli ve çok kibar olurlar. Bu özellikler yapıları gereğince ruhlarına benliklerine işler. Gözlerine işler, bakışlarına işler, sözlerine işler, gülüşlerine işler. Selam vermesi bile bir başka edalıdır. Laf olsun diye değil, senin gerçekten iyi olup olmadığını samimiyetle merak ederler. Onları sevmekte bir o kadar kolaydır.

Onlar çok nadir insanlardır.

Satın alamazsın, adamcı olmazlar, düşünür tartar öyle karar verir. Yetim hakkı, kul hakkını iyi bilir asla yanaşmazlar. Yalan söylemezler, menfaatleri için hiç kimseyi kandırmaz, dostlarını arkadaşlarına asla kazık atmazlar.

 Onlar çok farklı insanlardır.

 Önce karşılarındakileri düşünür, ben değil biz mantığı taşırlar. Hayatın kısa ve yaşamaya değer olduğunu hep bilirler.

Onlar hep erken ölürler.

Çünkü iyi insanlar sadece kendileri için yaşamaz, pek çok yaşamı sırtlar ve pek çok insan için yaşarlar. Dünyada ters giden durumlardan kendilerini sorumlu tutarlar. Olumsuz şeyler için içi içine sığmaz, dar gelir. İçine atarlar ve biriktirir de biriktirirler. Bu yüzden hastalıklar onları kolay bulur.

Onların içinde asla kötülük olmaz.

 Hakkında olumsuz konuşulan insanların lafı açıldığında bile ağızlarından tek bir kötü söz çıkmaz. Kibar duruşlarını her zaman korurlar. İnsana insan olduğu için değer verirler. Tek kavgaları çok iyi yapmak zorunda olduğunu düşündükleri işleridir.

İşte bugün ‘’O’’ Nadir, Atatürkçü, yardımsever, iyi niyetli, fedakâr ömründe bir karınca incitmemiş, iyi bir insan daha aramızdan ayrıldı. Hem de çok iyi…

İHSAN ABİ

DEVREK ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ DİSİPLİN KURULU BAŞKANI

MELEK GİBİ İNSAN

Mekânın cennet olsun. Seni unutmayacağız.

Devamını Oku

BİYOLOJİK SAVAŞ

BİYOLOJİK SAVAŞ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Virüs artık her yerde. Komşumuz, arkadaşımız ,sevdiklerimiz, anne babamız , kimler bu hastalığa yakalandı kimler taşıyıcı, büyük bir bilinmezlik denkleminde yaşamaya çalışıyoruz. Kırk yıllık dostumuza bile hastalıklı muamelesi yaptığımız kimseye güvenmediğimiz süreçteyiz. Salgını daha önceden yaşamaya başlayan ülkelerin senaryosuna baktığımızda ileriki günlerde yaşayacağımız durumu anlamak pek zor değil.           

Ekonominin vergilere ,trafik cezalarına, kaçak yapılara verilen ruhsat gelirlerine bağlı olduğu, üretimin neredeyse yok olduğu ,hani geçtiğimiz günlerde patates ithal ettiğimiz , bayram geldiğinde arkalarına bakmadan yağlı jöleli saçlarıyla kendi sınırlarına rahatlıkla girip çıkan, baktığımız,  beslediğimiz , milyon dolarlar harcadığımız  6 milyon Suriyelinin yaşadığı güzel ülkemden bahsediyorum. Bana kalırsa hala iyi günlerimizi yaşıyoruz. Vaka sayısı halen düşük sayılır. Son bir haftanın tablosuna bakıldığında korkutucu bir ilerleme var. Önüne geçmek için alınan önlemlere rağmen sayı büyük bir istikrarla çoğalmaya devam ediyor.

Bunu kadere bağlayan din tüccarlarına inat insanlığın bu virüsü kendi elleriyle var ettiğini bilimsel olarak kanıtlayan sayısız bilim adamı var. Tabi ki örümcek tutmuş bu beyinlere bu bilimsel gerçeği anlatmak ve inandırmak pek mümkün görülmüyor. Dna’sı  ile oynanmış bir dünya ve sonuçları ile yüz yüzeyiz. Kesilen , yakılan,  talan edilen ormanlar ve değişen iklim , kullanılan milyarlarca kimyasal ilaçlar ve ozon tabakası , fabrikaların doğaya bıraktığı kanserojen atıklar ve oksijen seviyesi , kirletilen su kaynakları ,  betonlaşma bize bu filmin senaryosunu hazırlayan asıl figüranlardır.

Ve film çoktan başladı.

Peki ya daha sonra? Ölümlerin sayısını kestirmek , salgının ne zaman son bulacağını tahmin etmek çok güç. Hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Tabi eğer hala yaşıyor olursak! Ben halen daha bu salgının planlı bir senaryo olduğunu düşünüyorum. (Çin)Huawai- ıphone(Abd) dalaşmasının hemen ardından başlayan hırlama atmosferinden çok  önce Çin küresel üretim kapasitesini çoktan ele geçirmişti. Süper güçleri kıskandıracak performansı dünya ekonomisinde önüne geçilemez bir hal almıştı. Wc deki paspastan izlediğiniz televizyona , cebinizdeki telefondan, kullandığınız saç kurutma makinesine tırnak çakısı ,ayna ,çakmak ,tarak her neyse Çin malı. Süper gücünse sadece namı kalmıştı. Tek çare ekonomiyi çökertecek biyolojik savaş.  Tabi ki bu tehlike savaşı başlatan ülke içinde büyük bir tehlike ama kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Çoğunluğunun evsiz , üretime katkısı olmayan , ekonomi için büyük bir külfet olan birkaç yüz bin insanın ölmesi pek te önemli gibi görülmüyor.  Ve Trump açıklamayaptı ;2 trilyon dolar salgın bütçesi. Bunun matematiksel karşılığı şu ki;

beklenti = harcanan x 50

2 trilyon dolar = 100 trilyon $ ( en iyimser )

Beklentinin 100 trilyon dolar olduğu bir durumda vermeniz gereken bir salgın kaosu ve kendi milletinden birkaç bin kayıp. Tabi bu kayıplar asıl matematikçiler ve ekonomistler için farklı bir kazanım aslında. Artık bakmak zorunda olmadığın üretime katkısı olmayan sadece tüketen bir kesimden de kurtuluyorlar.

Şimdi istatistiklerden başlayarak bir değerlendirme yapalım;

Bu yılın ilk üç ayında  bulaşıcı hastalıktan ölen insan sayısı : 3 milyon 127 bin kişi

Bu yılın ilk üç ayında  doğum esnasında  ölen anne   sayısı :  75.000

Bu yılın ilk üç ayında  kanserden ölen insan sayısı :  1.978.511

Bu yılın ilk üç ayında  Aids’ten  ölen insan sayısı 404.970

Bu yılın ilk üç ayında  alkonden ölen insan sayısı : 602.516

Bu yılın ilk üç ayında  trafik kazasında ölen sayısı : 325.191

Bu yılın ilk üç ayında  sigaradan ölen sayısı : 1.204.381

Bu yılın ilk üç ayında  anne karnında ölen bebek sayısı(düşük): 10. 239.348

Ve COVİD 19

BU YILIN İLK ÜÇ AYINDA  COVİD 19 (CORONA VİRÜS) ÖLEN İNSAN SAYISI : 27.000

Virüs logaritmik bir ivmeyle yayılıyor. Tıpkı göle atılan yüzlerce taş gibi; düştüğü yerde dalga dalga yayılıyor. Ve dalgalar her geçen gün birbirine karışıyor. Karıştıkça ortalık daha da karışıyor. Kimilerinde büyük bir panik havası hakim. Kimileri ise, dalgayla dalga geçiyor adeta. Umurunda bile değil. Delinin biri göle bir taş attı. Aslında ilk taşı kimin attığı belli. Bakalım, attığı taş, ürküttüğü kuşa değecek mi?

Devamını Oku